Bir Hastanenin En Güzel Yeri

Elif Tufan yazdı.

Bu satırların yazarı, tıp fakültesinde dördüncü yılını bu hafta itibariyle tamamlamış bir stajyer doktor. Bu satırların yazarı aynı zamanda şimdi her gün gitmekten neredeyse bıktığı, sabahları kulaklıklarında müzik dinleyerek giriş yaptığı hastanede; bir zamanlar, daha genç bir kızken hiç alışkın olmadığı bir biçimde hasta olarak yatmış biri. Bu iki rolün belki de zannettiği kadar farklı olmadığını yeni yeni idrak eden biri aynı zamanda.

Bugün polikliniğe on iki yaşlarında bir kız çocuğu geldi. İlk bakışta olmasa da hocamın vurgulamasıyla yüzündeki solukluğu fark ettim. Daha yakından bakmak için ayağa kalktığımda annesi “Hiçbir şey yapmak istemiyor, çok tembelleşti. Hareket de etmiyor eskisi kadar, uykulu sürekli.”serzenişinde bulundu. Kızın genel durumu iyi, haleti ruhiyesi sakin, bakışları biraz bayık, elleri de hafiften çekingen bir yerde duruyor. Bazı duruşların çekingen olduğunu, bazısının kaygılı, ağrılı, umutsuz, öfkeli olduğunu tıp fakültesinde öğrenebilirsin. Kızın göz kapaklarını inceliyorum, ağzının, ellerinin içini. Çocukların derisinin neden hep daha yumuşak olduğunu merak ediyorum. Fizik muayene bulguları anemi yönündeydi, ileri tetkikler için gözlerimizi bilgisayara çevirdik. Hemoglobin 6.8 – yani aşırı düşük – . Hoca gerekenleri yapıyor, gerekenler isminin başında doktor unvanı olan kişilerce yapılmaya devam ediliyor. Bir öğrenci olarak benim ise tüm bunları romantize etmeye yeterince vaktim var.

Annesine “Çocuğun ciddi bir kansızlığı var, buraya kadar gelebildiğine şükredin.” gibi bir açıklama yapıyoruz. Fizyolojik olarak baktığında hücrelerine muhtaç oldukları oksijeni götürmekle görevli moleküller azalmış. Bu da dokuları enerjisiz ve oksijene susamış bir halde bırakıyor. Kalp durumu telafi edebilmek için daha hızlı atıyor, beyin yalnızca çok gerekli aktivitelere ayırıyor var olan gücünü. Bu yaşlarda nedeni çoğu zaman menstrüasyon ile aşırı kan kaybı. Hala “çocuk” hastalıklarına gelmesi gereken bir hasta grubu için baş etmesi kolay olmayan, kansızlık diyerek tek kelimeye indirgemesi zor bir durum. Kan kaybediyor olmak ve bu konuda hiçbir şey yapamamak alelade bir olay değil.

Böyle düşünüyor olmamın belki de tek sebebi aynı olayın başımdan geçmiş olması.

Biraz daha sarsıntılıydı açıkçası. Geriye baktığımda tüm kitabi semptomları yaşamış olduğumu görmek zor değil. Yine de normal halimin yorgun bir insan olduğunu düşünmeme sebep verecek kadar uzun bir süre kansız gezmişim. Mütemadiyen uykulu olmak, çok çalışan bir öğrenci olmak, ergenlik denen illetle baş etmeye ve beden algını oluşturmaya çalışmak yetmezmiş gibi bir gece nereden çıktığı belli olmayan, ani ve şiddetli bir karın ağrısı başıma geldi. Tüm gece süren bu batıcı ağrı beni sabaha karşı en yakınımdaki acil servise sürükledi. Yaz tatilindeydik, ertesi gün liseye gitmiyordum yani. Hastaneye yatacak vaktim de varmış sanırım ki gittiğimde hastanede bir anda bayılmam üzerine doktorlar bu yönde bir karar aldılar. Mavi kod verildi mi? Neden bayılmak için hastaneye gitmeyi bekledim? Olaylar bir şekilde ilerledi, ben anemi (Hb: 7.1) ve genetik trombositopenim (20k) yüzünden belki de olası bir malinite şüphesiyle çocuk hematoloji servisine yatırıldım. Tıpça konuşmayan okur için kan tahlillerimde bir şeylerin yolunda gitmeyebileceğini düşündüren bir tablo vardı.

Dünya üzerinde her hastanenin en kötü yerlerinden biri çocuk hematoloji & onkoloji servisidir.

Oda arkadaşım – çünkü bir devlet hastanesindeyiz, odalar paylaşılıyor. – üç yaşında bir lösemi hastasıydı. Annesi anneme tüm hasta yakınlarının bir vazifesiymiş gibi “Biz de ilk böyle şeyler yüzünden yatırıldık.” diyerek var olan tüm olumlu düşüncelerimizi bir çırpıda çöpe attı. Bu esnada benim tansiyonum çok düşük olduğundan çoğunlukla uyuyordum, uyanık olduğum zamanları da dramatik olmayı ezelden beri sevdiğim için bir Dostoyevski romanı okumaya çalışarak geçiriyordum. Ailemden kimse odada olmadığında da ağlıyordum. Çünkü yaklaşık 24 saat boyunca ölmek için çok genç olduğumu düşünüyordum, ölmeyi kabullenmeye falan çalışıyordum. Evet, ortada fol yok yumurta yok. Ama bir hastane servisinde hissedilenler mantık ilkeleriyle bağdaşmak zorunda değil. Bunu sonrasında kitaplarda öğrendim.

Bu 24 saat geçtikten sonra içeriye bir doktor girdi. Siyah kıvırcık saçlı, sakalları ve renkli gözleri var. Kırklı yaşlarında. Önlük giymemiş, ama doktor olduğunu odaya girdiği andan itibaren biliyordum. Yanıma gelip kollarını hasta yatağımın kenarına dayadı, öne eğilerek “Gayet iyisin, hiçbir sorun yok. Tedavini verip çıkaracağız seni.” dedi.

Ölmek için iyi bir yaşın kaç olduğunu düşünmeyi bırakıyorum. Bu noktadan itibaren yaşamım, birilerine bu cümleleri edebilmenin ne kadar ciddi – ve açıkçası havalı – bir iş olduğunu düşünmekle değişti. Herkese bu cümlelerin verilmediğini o zaman da biliyordum, koridorda yavaşça yürüyüş yapan çocuklar belki de benzer sözler işitmiyordu. Dediğim gibi, bir hastanenin en keyifsiz köşelerinden birindeydik bu anda. Sonrasında ilaçlar, sıkı tembihler, kontrol randevuları ve akrabalarımdan gelen ciğer dürümler ile taburcu oldum.

Yıllar geçiyor, kendimi tıp fakültesinde buluyorum. Karşımda poliklinikteki kız çocuğu oturuyor. Burada olmak şans, imkan ve sorumlulukların dengeli bir kombinasyonu. Getirisi kadar götürüsü olan, kendini geçmek bilmeyen altı seneyi geçirmeye çalışırken bulabildiğin bir yer. Hastaları dinlemekten usandığım, birçoğunun yeterince “ilginç” gelmediği günlerle dolu. Yine de biliyorum, bir insanın gözlerindeki ufak bir kaymayı fark etmek, tırnaklarından kalp hastalığını düşünmek, mimiklerinden beynine, ağzından kanındaki enfeksiyona gidebilmek fakültede geçen yıllarımın içini bir anda dolduruyor.

Yıllar geçiyor, kendimi tıp fakültesinde buluyorum. Karşımda poliklinikteki kız çocuğu oturuyor. Burada olmak şans, imkan ve sorumlulukların dengeli bir kombinasyonu. Getirisi kadar götürüsü olan, kendini geçmek bilmeyen altı seneyi geçirmeye çalışırken bulabildiğin bir yer. Hastaları dinlemekten usandığım, birçoğunun yeterince “ilginç” gelmediği günlerle dolu. Yine de biliyorum, bir insanın gözlerindeki ufak bir kaymayı fark etmek, tırnaklarından kalp hastalığını düşünmek, mimiklerinden beynine, ağzından kanındaki enfeksiyona gidebilmek fakültede geçen yıllarımın içini bir anda dolduruyor.

Karşımda oturan kişiye gerçekten bakmayı, gözlerimi buna eğitmeyi bir görev bilmeye çalışıyorum. Bunu hem kapıdan giren hastaya hem de kendime olan sorumluluğumdan yapıyorum belli ki. Birilerinin bana bakarken belki de göremediklerini görmeye çalışıyorum. Bunda sanırım yanlış bir şey yok.

Bir hastanenin en güzel yeri tam da burası.

Yazar