Eskisi Kadar Yakın Olamayız

Elime kağıt kalemi almışken İzmir’deki arkadaşımın balığı Hayri’nin ölüm haberini alıyorum. Hayri’ye birkaç günlüğüne yem(ek) servisi yapmıştım, bunun dışında ilişkimiz büyük ölçüde uzak mesafe ilerlemişti. Öldüğünü duyduğumda aklıma ilk gelen ne denli uzakta olduğumuz değildi tabii. Neredeyse bir yıldır görmediğim bir balığın ölümü bana beklediğimden çok daha elle tutulur bir şeyler hissettirdi.

Teyzem uzaktaydı. Suudi Arabistan uzaktı. Okumayı yeni yeni öğrenmişken bana İngilizce bir kartpostal göndermişti. Hayatımda o zamana dek karşılaştığım en yabancı objeydi, bana ve çevreme ait olmadığı her halinden belliydi. Ülkelerarası ilk iletişimim, sonrasında cevabı anneme yazdırdığımı hatırladığım bu kartpostal oldu.

Sonraki ilişkilerimde cevapları annem yazmadı.

On iki yaşındayken bir Instagram hesabı açmıştım. Okul arkadaşlarım henüz bu mecralara ilgili olmadıkları için paylaştıklarımı görecek birilerini bulmam lazımdı.
Savannah Melbourne’da yaşıyordu, Melbourne uzaktı, aynı müzik gruplarındaki aynı çocuklara hayrandık. Bir gün buluştuğumuzda neler yapacağımızı planlıyorduk ve bugünkü aklımla düşündüğümde ortada böyle bir insan olmama ihtimalini ya da Savannah’nın yaşlı bir adam olma ihtimalini ve diğer tüm ebeveynsel öğütleri çok mantıklı bulduğumu belirtmek zorundayım.

Diğer yandan ana dili İngilizce olan biriyle, ana dilim kesinlikle İngilizce olmayarak sağlıklı bir iletişim kurmak için çok çaba sarf etmem gerekiyordu. Kendimi anlatmak için normalden daha fazla emek vermeye ilk o zaman başladım. Kendimi uzaklara, yalnızca bildiğim kelimelerle anlatabileceğimi fark ettim.
Savannah gerçek biriydi ve sekiz yıl sonra hala iletişimdeyiz.

Uzak, dünyanın neresinden dolaşırsan dolaş İstanbul’a tam karşı tarafta kalan Ottawa’daki en iyi arkadaşımla hesaplanan saat farklarıydı. Bununla beraber saat sabah beşte şu ya da bu şekilde uyanıksan konuşacak aklıselim birilerinin olmasıydı.

Hayatlarımızdaki önemli gelişmeleri biriktirip ancak ortak bir vakit yaratabilirsek konuşmaktı. Her yıl aşağı yukarı iki kez onunla vedalaşmak ve ilk senelerde ağlayarak yaptığımız bu ritüeli yavaş yavaş normalleştirmekti.

Vedalaşmayı ve bunu mümkün olan en steril biçimde yapmayı öğrendim. Neticede 21. yüzyılda yaşıyorduk ve uzak diye bir şey yoktu ve bir vedayı acısız yapmanın en iyi yolu ortada bir veda olduğunu organize bir biçimde inkar etmekti.

6a9268_ee44fcf5b77d4e119de9e9619c4a7d91_mv2

Uzak, okuldan gönderilen öğretmenime ne zaman gideceğini sorduğumda “Henüz okuldayım ve sizden ayrılmamak için elimden geleni yapacağım. Beni çok duygulandırdınız bugün, ben daha veda etme havasına girmedim.” dedikten birkaç hafta sonra hayatını kaybetmesiydi. Her ölüm kadar aniydi, her ölüm kadar uzaktı. Benim için hep orada olan birinin artık o kadar da “var” olmaması, kabul etmem gereken yeni bir uzak formuydu.

Veda etmekten kaçmamayı öğrendim.

Daha dünyevi bir yönden uzak olmak, ortada bir pandemi yokken Skype ve benzeri tüm platformlara aşina olmaktı. Görüntülü bir konuşmada saatlerinin geçmesi ve kimi zaman sadece sessizce durduğun anlara alışmak demekti.
Yüz yüze bir konuşmada bu anlarda birbirinin yüzüne bakarsın, Facetime’da bunun yerine kendi yüzünü izleme şansın var.

Ve yine ortada bir pandemi yokken görüntülü konuşmak, kesinlikle uzak olmak anlamına gelirdi ve bir yönden bir şeyleri bırakmayı reddetmek demekti. Sentetik bir iletişimdi bu ama o iletişimi kurmayı gerçekten seçtiğinizi gösterirdi.

İnternete iyi bağlı olmak; karşındakinin kırışıklıklarını, yorgunluklarını, gözlerini kaçırışını ayırt edebilmekti. Çoğu zaman bunlar hakkında yorum yapmamayı seçmekti. Neredeyse o kişinin hayatında dahil olabileceğin fizikselliğin bir sınırı vardı ve bazı şeyler yalnızca “gerçek hayatta” haber değeri kazanırdı.

Birkaç ay -ya da birkaç yıl- sonra hepinizin sosyalleşme ihtiyacının siyah ekranlar aracılığıyla giderildiğini görmek, bende ister istemez ve inanılmaz bencilce görünse de gizli bir tatmin uyandırdı. Uzaklık kavramının kilometrelerle değil metrelerle anlaşılmaya başlanması herkesi bir gecede uzak kılmış ve bizi bir yönüyle eşitlemişti.

Bir virüsün ne kadar hızlı yayıldığını haritalar üzerinde görmek, birbirimizle ne kadar bağlantılı olduğumuzu az çok hepimize fark ettirdi. Ulusal ve uluslararası tüm akışı durdurmaya çalıştık. Çünkü aslında hep dip dibeydik, aramızda 1.5 metre bile yoktu ve hiçbir zaman bunun farkına varacak kadar birbirimizden uzaklaşmamıştık.

Komşularımın bazen İtalya’da yaşıyor olması ya da Beyoğlu’ndaki bir eczanede Çin’den bir öğrencinin çalışması bu günlere dek önlem alınması gereken şeyler değildi.

Bir sabah bunaltıcı düşlerden uyanıp insanları “oradakiler” ve “buradakiler” olarak ayırmamız gerektiğine karar verdik.
Bunu söylediğimde aklınıza gelen ilk tedbir muhtemelen burunlarımızdan yukarıya plastik çubuklar sokmak değildi ama olaylar şu ana dek böyle gelişiyor.

Tüm olanlar beni, yakınımda tutmaya çalıştıklarımla aslında çok da başka dünyalarda olmadığıma yavaş yavaş ikna ediyor. Yolda karşılaşma ihtimalim olmayan sevdiklerimle bir sabah aynı kişiyle göz göze gelmiş olma ihtimalimizi güçlendiriyor.

Bu dolaylılık, fiziksel varlığından şüphe etmeye başlayacak kadar uzun süre görmediğin yakınların söz konusu olduğunda çok da dolaylı hissettirmiyor.

“Bütün bunlar bittiğinde” aslında tekrar ne kadar yakın olacağımızı fark ediyorum.

Aynı yıldızların altında olduğumuzu düşünmek, eskisi kadar klişe ve acınası gelmiyor.

Bazı uzaklara gitmek için aldığım biletler şu an için kullanılamaz durumda. Yeni uzaklar planları yapmaktan da tüm gücümle kaçıyorum.

Ne var ki bir süredir, ben de kendimi o kadar uzakmışız gibi hissetmiyorum.

Elif Tufan, Marmara Tıp'25

Yazar