Distopya

Editörümüz İrem Sena Bülbül yazdı.

Distopya, Yunanca bir kelime olan ütopyanın tersidir. Ütopya; yani her şeyin muhteşem olduğu, insanların muntazam bir uyum içinde yaşadığı hayali bir evren. Distopyada ise bunun tam tersini görürüz. Baskı. Bunaltıcı bir ortam. Bir yönüyle sınırlandırılmış, bizden farklı insanlar. Dünya tersine dönmüş, görünmeyen bir el tarafından dengeler değişmiş, bütün kurallar değiştirilemez bir biçimde oluşturulmuş. Ve bütün bu kaosta; sürünün içerisinde bir şeylerin farkında olan, direnen, mücadele eden insan.


Peki, neden gelecekle ilgili güzel senaryolar izlemek ya da içimizi rahatlatacak kitaplar okumak varken karamsar olmayı tercih ederiz? Distopyalar günümüzde neden bu kadar rağbet görüyor? Bir distopya sever olarak, “karamsar geleceğin” bizi neden bu kadar çektiğini açıklamak istiyorum. Gelin bunu belli başlı eserleri inceleyerek anlamaya çalışalım.


Genel olarak bu tür eserlere göz attığımız zaman, toplum-birey uyuşmazlığını görüyoruz. Yapılan eylemler bireyin değil, toplumun çıkarını düşünerek yapılmalıdır. Bütün düzen, toplumun istikrarını sağlamaya yöneliktir. Bireylerin kendi içerisinde yaşadığı dünyalara izin verilmez, çünkü bireyin kendine yönelik her türlü davranışı toplum için birer tehdittir. Bu tür eserlerin bizi ilk çeken tarafı, “farklı” oluşlarıdır. Evet, okuduğumuz diğer eserlere benzemezler. Dünya artık normal bir yer olmaktan çıkmıştır, okuyucu kafasında bambaşka bir dünya tasarlamaya başlar. Kitaptaki dünya farklı olduğu için, oradaki terimleri anlamaya çalışır. Bu alanda kült eser haline gelmiş 1984’ten örnekler verelim: çift düşün, düşünce suçu, düşünce polisi, buharlaştırılma, Büyük Birader… Bu terimleri öğrendikten sonra kahramanımızın nasıl bir dünyada çaba gösterdiğini fark ederiz.


Terimlerde de gördüğümüz gibi her şey, düşünceler bile, görünmeyen bir güç olan “Büyük Birader” tarafından gözetiliyordur. Eser kurulmaya başlanan bir toplumdan başlamaz, aksine bütün kurallar oluşturulmuş, toplum sindirilmiştir, böylece esere itiraz edemeyeceğimiz bir yerden başlamış oluruz. Toplumu tanıdıktan sonra, beklediğimiz o mükemmel hareket gelir ve o andan itibaren artık eserden kopamayız; çünkü direniş hareketi başlamıştır. Düşünmenin bile suç sayıldığı bir toplumda, cesaretli kahramanımız yazı yazmaya başlar: “‘Nasıl’ını anlıyorum, ‘neden’ini anlamıyorum.”


Eserlerimizdeki bir diğer ürkütücü nokta, bireylerin sanki hiç var olmamışçasına birdenbire ortadan kaybolmalarıdır. Bu ortadan kaybolmaları kimse sorgulayamaz. 1984’te buharlaştırılma diye bahsedilen olayı, Cesur Yeni Dünya kitabında farklı bir tarzda görürüz. Bu evrende herkes mutludur. Öyle bir dünya tasarlamıştır ki Aldous Huxley, herkes olması gerektiği yerdedir, kimse hiçbir şeyden şikâyetçi değildir. İnsanlar doğar (şişeden çıkar: kitapta embriyolar anne karnında değil, şişelerde üretilir), çalışır, golf oynar, müzik dinler ve ölür. Bütün bunları tek başına yapamaz, çünkü her şey toplum içindir: Herkes herkese aittir. İnsanlar daha çocukken ölüme şartlandırılmışlardır. 60 yaşlarına gelen bir insan, ölür. Evet, sadece ölür ve yakılır. Bundan elde edilen organik yakıt yine toplumun yararına kullanılır. Ve ölen insanlar için kimse üzülmez, çünkü kimsenin ailesi yoktur, ölen birey topluma aittir ve hep öyle kalacaktır.


İnsanı boş bırakmak, düşünmesine izin vermektir. Düşünen insan yaşadığı çevrenin farkında olur. Bu sebeple toplumun çalışma saatleri dışındaki zamanını bir şeylerle doldurmak gerekir. Fahrenheit 451’de tasarlanan gelecek, televizyon izleme üzerine kuruludur. İnsanların düşünmesine sebep olacak, huzursuzluk yaratacak her türlü nesne yakılır. Başta kitaplar olmak üzere… Burada hedeflenen mutlu, sakin bir toplum kurmaktır. İnsanlar kalan zamanını, duvarlarını kaplayan televizyonlarla ve bunların içerisindeki sanal akrabalarıyla geçirmektedir. Onlardan da sıkıldıkları zaman, uyku ilacı alıp uyumaktadırlar. Cesur Yeni Dünya’daki küçük soma ilaçları gibi. Mutluluğu özgürlüğe tercih etmektedirler. Yaşadıkları sanal mutluluk, onların tek gerçekleri haline gelmektedir. Okuyucuyu rahatsız eden taraf ise buradadır, bundan kimse şikâyetçi değildir; çünkü herkes mutludur. Olaylara müdahale edip insanları sarsmayı, kendilerine gelmelerini o kadar derinden arzularız ki kahramanımız bir şeylerin farkına varmaya başlayınca sanki o bizm işizcesine okumaya devam ederiz. Sonunda bir şeyler değişmeye başlamıştır. Ya da sadece toplum içindeki bir “bilinç” farklılaşmıştır. Sonunun farklı bitmesini bekleriz, çünkü bu bir direniş hareketidir. O kadar insan arasında tek bir kişi bu farkındalığa ulaşmışsa bir şeylerin değişmesini bekleriz ancak bu bilinç bile toplum için bir suçtur. Ve düşünce suçu ölüm gerektirmez, düşünce suçunun kendisi ölümdür.


O halde bizi içine çeken bu mücadeledir diyebilir miyiz? Aksi olarak, bazı distopyalar mücadele etmemize bile izin vermez. Körlük kitabında, insanlar toplum olarak çaresizliği yaşamaktadır, burada bir direniş hareketinden söz edilemez. Yaşlı bir adamla başlayan, oradan şehre ve daha sonra tüm ülkeye yayılan bulaşıcı bir körlük salgınını konu alan bu kitap, ilk sayfasından itibaren okuyucuyu öyle derin bir çıkmaza sürükler ki okuyucu kitaptaki kahramanları kurtarma hissinden çok onlara karşı derin bir üzüntü hisseder.


Bunun farklı bir örneğini Otomatik Portakal kitabında görürüz. Kahramanımız işlediği korkunç suçlardan dolayı hapse girer ve oradan devletin topluma kazandırma projesiyle çeşitli deneylere tâbi tutulur. Deneylerin sonucunda artık suç işlemek şöyle dursun, bu tür düşünceler aklına geldiği anda acı çekmeye başlar. Bu yöntemle insanların içindeki suça eğilimli kişiliğin bastırılması hedeflenir. Ancak, burada bir mücadele görebilir miyiz? Kötü olan bir düzeni, yine kötü olan bazı deneylerle alt edebilir miyiz? Kitaptaki karakter kendi özgür iradesiyle değil de yapay yöntemlerle durduruluyorsa burada iyiliğin ve kötülüğün mücadelesinden ziyade bastırılmış bir kötülükten bahsedebiliriz.


Yazının başında sorduğumuz soruyu cevaplayabiliriz. Aslında bu soruyu uzun zamandır düşünüyordum; okuduğum her distopik eserin beni neden bu kadar içine çektiğini anlamaya çalışıyordum. Bu tür eserlerdeki direniş hareketi (toplumsal değil, kitleler içerisinde gördüğümüz o tek kişi bile) bize hayatın en zorba, en baskıcı sistemlerinde bile farkındalık oluşturacak insanların varlığını gösteriyor. Günlük hayatımızda hiçbir şeye çabalamadığımız kadar çaba göstermek istiyoruz, insanları uyandırmak istiyoruz. Peki neyden?


Hepimizin distopyası farklıdır. Herkes, bazen yaşamak istemediği bir hayatta bulur kendisini. Bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak ister. Bu bir şey, toplum olmak zorunda değildir. Belki topluma kadar uzanır, belki de kitaplarımızdaki gibi sadece bireyle sınırlı kalır. Ancak bilinç, bilinçtir. Bir şeylerin farkında olmak; sadece Winston’a, Bernard’a, Montag’a özgü olmamalıdır. Bu sebeple, bir distopyadan başımı kaldırdığım zaman, günlük hayatta sıradan gördüğüm ne kadar duygu ve düşünce varsa hepsi birden anlam kazanır. Örneğin, sadakat. Sevmek, okumak, düşünme olayının sadece kendisi… Belki de sadece yaşamak. Okurken ve kitabın sonunda yaşadığım o karamsarlığın etkisi, gün geçtikçe kendini farkındalığa bırakır.


Bütün bu ihtimallerin dışında, iyi ve güzel olanı sıkıcı bulduğumuz da doğrudur. Trajediden sanat doğar. Kimse sonsuz bir mutluluğu seyretmek istemez, acılarla yoğurulan hayatlar daha çok merak edilir. Yani karamsar bir gelecek tasavvuru aslında en ilgi çekici olanıdır da…

Yazar